Türkülerle ve arabesk şarkılarla geç tanışanlardanım. Üniversite yıllarıma denk gelir. Gerçi duyardım da dinlememeye şartlandırılmıştım sanki. Dinledikçe sevip, belli aralıklarla türkü barlara gitmişliğim vardır. Bir kısım(!) yakınlarım bilir, hala arada krizler gelir.
Belki de büyüdüğüm yılların politikası, eğitimi bunu yarattı. Tabii ki geçerliliğini her daim koruyan bir müzik türü, göç dalgalarıyla beraber kentlerde de yansımasını bulmuştu. Arabeski entelektüel kesime beğendirme niyetiyle yapılan “projeler” de hedefine ulaştı muhtemelen. Blues, fado gibi türlerin peşinde koşarken kendi toprağının arabeskine ne kadar uzak kalabilir ki insan.
Şu anda yazarken, sanki zihnimin derinliklerinden bir kapı açıldı ve hızla Cengiz Kurtoğlu, Müslüm Gürses, Kibariye dolaşmaya başladı.
Ve Bergen… Son haftalarda sesi, yorumu ve hayatıyla dolanıyor içimde.
Bir dönem, tek gözü kapatan saçlar yapıldığında “Bergen mi oldun bugün?” yakıştırmasıyla hatırlanan, kezzap-pavyon-cinayet saç ayağında eritilen bir hayat.
Bergen’in hayatına dair hiçbir merakım olmamıştı. Ta ki aylar önce müzik eleştirmeni, yazar Yavuz Hakan Tok’un blogunda okuyana kadar. Yazı dizisi hazırlamıştı Bergen’le ilgili. İlk kez sınıfsal olarak “ayrı” baktığım bir kadının hayatını, belki meslektaş olduğumuz için artık, belki yaşım belki bakışım değiştiğinden, ilgiyle okudum.
Bedeli ağır, saygıyı hak eden nice hayatlardan biri Bergen’inki.
Kadın hakları için “çabalayan” birçok ismin bile belki bilinçaltı kayıtlarında mazur gördüğü, bahane ürettiği bir cinayet. Kadına şiddetin buz gibi keskin ve çarpıcı örneklerinden biri…
“Acıların Kadını Bergen” kitabı Eylül ayında Alfa Yayınları’ndan çıktı.
İçimizdeki tüm yargıların sarsıldığı, bunun da pek “ala” olduğu karşılaşmalar var satırlarında.
Okuduktan sonra, üslubunu çok sevdiğim Yavuz Hakan Tok’a hem teşekkür etmek istedim hem aklımdaki soruları bir çırpıda sormak. Soruları çıkarıp onun ağzından yazmaktı niyetim ama böylesi daha uygun geldi. Az soru sordum. Okuduğunuzda kafanızda kim bilir niceleri belirecek.
Okuyun derim. Okurken bir yandan da kendinizi okuyun. İçinizdeki her tepkiyle dürüstçe temasta kalın. Kimse bilmesin siz bilin. Keşfedin. Kadın olmanın “gereklilikleri” üstünden ne kadar örselendiğimizi, ezber tepkilerimizi, var sandığımız/ettiğimiz “özgürlüğümüzü”, özgünlüğümüzü…
Teşekkürler Yavuz Hakan Tok.
Yazdığın her hayata bunca saygılı ve duyarlı olduğun için.
“Bir gün benim hikayemi de siz yazar mısınız?” diyenlerin çok olsun.
- Neden Bergen’i seçtin? Seni onun hayatına çeken neydi? Neden Esengül, Ayla Dikmen ya da ne bileyim bir başkası değil… Onun hayatının farkı ne?
Çünkü Bergen’in hikayesi her bakımdan cazipti benim için. Hikâyenin içinden hem ‘80’li yıllar, hem o yılların gazino, gece kulübü ve pavyon kültürü, hem de arabesk müzik geçiyordu. Bunlar benim yazmak için can attığım şeylerdi. Bir yandan da bugün de ülkenin gündeminde olan kadına şiddet ve kadın cinayetleri konusunda önemli bir semboldü Bergen. Ama hepsinden daha önemlisi ben Bergen’i sever ve dinlerdim yıllardır. Ta “Acıların Kadını” kasetini aldığım 1986 yılından beri. Zaten ben bir kitap yazayım diye yola çıkmadım. Bir yazı yazmak için başlayan Bergen araştırmalarım iki yıllık bir süreç sonucunda kendiliğinden bir romana dönüştü. Ama bir kitap yazmak için yola çıksaydım da herhalde bu yine Bergen’in hikâyesi olurdu.
- Yaklaşık 13 yılı anlattığın bir biyografi/roman. Artık bu hayatta olmayan birinin yakınları üzerinden yazmak zor olmalı. Okuduğumuzun ne kadarı Bergen’in hayatı ne kadarı sendeki Bergen?
Adı üzerinde bu bir ‘belgesel roman’. Yüzde yüz gerçekleri anlatmak iddiasıyla yola çıksaydım bu bir roman değil, bir biyografi kitabı olurdu. Ancak bu hikâyenin eksik parçaları ve bilinmeyenleri çoktu ve ben onları kurguyla tamamladım. Araştırdıklarım, dinlediklerim ve okuduklarımla gerçeğe en yakın hikâyeyi kurgulamaya çalıştım. Kitaptaki Bergen elbette elimdeki ipuçlarından yola çıkarak çözümlediğim, anlamaya çalıştığım, yerine kendimi koyarak yazdığım Bergen. Kitabı okuduktan sonra birileri çıkıp “Hayır o öyle değildi; böyleydi,” diyebilir. Bu son derece doğal… Çünkü bir edebi eserin yüzde yüz gerçeğe uygun olması beklenemez.
- Anne hayatta mı bilmiyorum. Aile fertlerinden kimlerle görüştün? Ne kadar sürdü hazırlık ve yazım aşaması?
Annesi birkaç sene önce vefat etmiş ve Bergen’in ölümünden bu yana da bu konunun konuşulmasını hiç istememiş. Bergen’in kendisinden büyük altı kardeşi ve o kardeşlerin çocukları vardı ama onların yıllar geçse de acısı taze yaraları kanatmamak, onları incitmemek için çok dikkatli davranmak gerekiyordu. Her ailede kayıplar olur. Doğanın kanunu bu… Ama Bergen cinayeti tüm ülkenin gözü önünde yaşandı, yazıldı, çizildi, konuşuldu o yıllarda. Bunu atlatmak kolay değil. Bergen’in yaşarken çocuğu yerine koyduğu ve yanından hiç ayırmak istemediği yeğeni Esra, teyzesinin anısını yaşatacak bir şeyin yapılmasını çok istiyordu ve aileden bana yardım eden de Esra oldu. Üç yıl önce yazı dizisi için dört beş ay süren bir çalışma yapmıştım. Bir roman fikri ortaya çıktıktan sonra ise Esra’yla irtibat kurdum. Bana ve iyi niyetime inandığı için destek oldu ve romanın yazım safhasında ben Mersin’e de gittim. Bergen’in artık aileye ait olmayan evini, evin olduğu sokağı, mahalleyi gezdim, mezarını ziyaret ettim. Onun elinin dokunduğu fotoğraf albümlerini, gazete haberlerini inceledim. Bunlar onun dünyasına girebilmem açısından çok faydalı oldu. Romanın bir kısmının geçtiği Mersin ve Adana’yı görmek de iyi oldu çünkü bu şehirlere daha önce hiç gitmemiştim.
- Ulaştığın bilgilerden sansürlediğin oldu mu? Bir taraftan da doğrulama şansı/savunma hakkı olmayan birinin hayatını yazıyorsun, ağırlığını hissettin mi?
Özellikle müzik camiası içerisinde onun hakkında olumlu ve olumsuz bir dolu şey anlatıldı bana. Öncelikle roman tekniği açısından gerekli olmayan, konu bütünlüğüne ve kurguya katkı sağlamayacak detayları eledim. Bir de etik açıdan uygun bulmadığım, doğruluğunu teyit edemediğim bilgileri elbette kullanmadım. Ancak ana çatı hep Bergen’in gazetelere yansımış haberleri, röportajlarında anlattıkları üzerine kurulu olduğu için ve ben yazar olarak hikâyeyi yanlı bir dille anlatmayı tercih etmediğim için bu konuda içimin rahat olduğunu söyleyebilirim. Romanda bir kesin haklı ya da bir kesin haksız, bir mutlak iyi ya da bir mutlak kötü yok. Gerçek hayatta da öyle değil midir zaten?
- Okurken Halis’e çok kızdım ve senin onu daha “sevecen” gösterdiğini, biraz koruduğunu düşündüm. Kafamda da sebepler buldum. Bergen’in gözüyle mi yaşamamızı istedi, Halis’ten mi korktu… gibi) Ya da olanlara duygusal değil de mesafeli durma çabası diyebilir miyiz? Nedir?
Aslında bir önceki soruya verdiğim cevap bu soruyu da kapsıyor. Suistimale, ajite edilmeye çok müsait bir malzeme vardı elimde. Yerli diziler misali ağdalandırmak, okuyucuya kahırlardan kahır beğendirmek ya da adamı mutlak kötü yaparak Bergen’i yüceltmek, okuyana “Vay be, ne çekmiş kadın!” dedirtmek mümkündü elbette. Belki o haliyle daha ticari olurdu kitap. Ama ben buna başından beri hiç niyet etmemiştim zaten. Yazar olarak tarafsız kalmaya, en dramatik sahnelerde bile soğukkanlı durmaya, o dengeyi kurmaya çabaladım. Kimsenin alnında “Bu adam günün birinde cinayet işleyecek,” yazmaz. Çok sevecen, iyi kalpli bildiğimiz, ya da hep sessiz sedasız gördüğümüz, tanıdığımız birileri de bir gün hiç ummadığımız şiddet gösterilerinde bulunabilir ya da cinayet işleyebilir. Tüm bunları yapmak için hiçbir gerekçe haklı olmasa bile. Bergen’in kocası da böyle bir adam. Onu canavarlaştırmak, sürekli kötülük yapan bir adam gibi göstermek her şeyden önce hayatın ve romanın gerçekliğinden uzaklaşmak olurdu.
- Kendi adıma, Bergen’in hayatını okudukça, bilmişlik, kibir, yargı gibi hayatlarımızın tuzaklarını farkettim yine. Bir yandan da küçücük hayatlarımızı… Hayallerinle gerçeklerin arasında şuncacık nefes… Hırslansan ne olur, vazgeçsen ne olur.
“İnsan hayatı boyunca kaderine ne kadar teslim oluyor ya da kaderinin ne kadarını kendisi yazıyor?” sorusu hep kurcalardı kafamı. “Kader, kısmet” deyip başına gelenlere tevekkül etmek midir doğrusu? Yoksa aslında kader dediğimiz şeyi biz mi yazar, yönlendiririz bilerek ya da bilmeyerek? Seçimlerimizin ne kadarı bize ait, ya da seçim sandığımız şeylerin aslında ne kadarı kaderimiz? Romanın alt metninde hep bu sorular dolaşıyor zaten. Cevabı mı? Kitabı her okuyan kendi cevabını bulacak belki de. Belki de sadece bu soruları sormaya başlamak bile kitabı okuyanın yanına kar kalacak; cevabını kolay kolay bulamasa da.
- “Pavyon şarkıcısı”nın hayatını, trajedisini ve eşzamanlı şöhretini anlatırken okuyana ne yaşatmak istedin? Yüzleştirme isteğin var mıydı?
Ben en çok günümüzde de benzeri hikâyelerin içinden geçen, bir şekilde böylesi aşk sanrısında hastalıklı ilişkiler yaşayan ya da ikilemler arasında bocalayanların bu yaşanmış hayat hikâyesini okurken kendilerine biçecekleri payı önemsiyorum galiba. “Ben nerede hata yapıyorum, hatanın neresinden dönebilirim?” sorularının sırlı karanlığına küçücük de olsa bir ışık yakarsa kitapta anlatılanlar, kitap amacına ulaşmış demektir. Çünkü hepimiz biliyoruz ki bu yaşananlar bir pavyon şarkıcısının başına gelebildiği gibi, bir doktorun, bir akademisyenin, gecekonduda yaşayan bir kadının da başına gelebilir, geliyor da. Aynı maksattan yola çıkarak, şöhret olmayan bir kadının hikâyesi de anlatılabilirdi elbette. Benzer bir dolu hikâye var her gün gazetelerde. Ama okuyucuya bu kadar kolay ulaşmayabilirdi. Bergen bir dönem tüm ülkenin tanıdığı bir şöhret olduğu için, kitap okuyucuyu en çok buradan yakalayacak; hatta yakaladı bile.